Hayatımda tanıdığım en akıllı, en zeki, en iyi ve en sevdiğim insanlardan birini kaybettim. Çocukluğumda kahramandı, büyüdüğümde arkadaşım oldu ve arkadaşım iki hafta önce bıraktı gitti…
Üstüne söylenebilecek bir şey yok ama altında anlatılmaya, anmaya değer çok güzel anılar var, onlardan da çok var aslında ya şimdi aklıma gelenleri not etmeliyim GÜNlüğüme.
Altı sene önce anneannemi kaybettiğimde çok üzülmüştüm.
İlk defa bir yakınımı, çok sevdiğim, dünyalar güzeli, dünyalar iyisi anneannemi kaybetmiştim. Dünyada ondan iyi bir insan yaşamamıştır, yaşamamaktadır benim gözümde ve o yüzden de çok üzmüştür gidişi. Her şey için “Olsun yavrum, siz iyi olun, affedici olun” derdi ve kolundaki bilezikleri ödünç verdiği insan tarafından dolandırılmasına rağmen onun arkasından laf etmeyecek kadar “fazla” iyi bir insandı. Ondan çok şey gördüm çok şey öğrendim. Sadece tatillerde bayramlarda gelebildiğim Salli‘de* keşke daha fazla birlikte olabilseydik. Ama iyi ki de ilk defa yalnız başıma Salli’ye geldiğimde anneannem ve dedemle Salli’nin meşhur odun köftesini, yemişiz bütün gün muhabbet etmişiz. Altı torunu içinde muhtemelen en çok benim ismimi karıştırırdı ya beni iyi bilir, çok da severdi. Dedemin şeker hastalığı icin “Gün, sen kaç yaşındasın? diye sorar, cevaplayınca da “Heh, dedenin şekeri de o yaşta” derdi, dünyalar tatlısı tombiş anneannem. Kiloları dert olup ayağı kırıldığında çok canı yanmış, çok üzülmüştü ya o yürüteciyle hayata tutunmaya devam etmişti. Dedemin içmesine kızar, “İçme ülen artık” derdi. Ama o da bilirdi ki içilmeden durulmazdı. Bizim Kabazlı* insanı sanki doğar doğmaz anne sütüyle değil aslan sütüyle beslenir de öyle alışkanlık olur bizim oranın insanında. Babamın her zaman olduğu gibi soyduğu meyvelerin/sebzelerin yarısını kabukla çöpe bıraktığını görür, içi gider ama damadını sevdiğinden ve kızına da iyi baktığı için bir şey demezdi. Babam da anneannemi sever iyi anlaşırlardı. Hoş anneannemin sevmediği pek kimse de olmazdı zaten.
Anneannem böbreklerinin biriyle çok da fazla idare edemedi. Beni ÖSS‘ye sokacakken annemi emekli olmak durumunda bırakmıştı. Son kez hasta olup da canı çorba istediğinde “Divanın çorbası çok güzel oluyormuş bi kazan al gel” diyen annemi kırmayıp odun köfte ve çorba salonu olan Divan yerine pastane olan Diva‘dan ısrarla çorba isteyip rezil olmuştum ya o hengâmenin arasında herkese eğlence olmuştum. Bir yeşil gece günü bıraktı bizi, özellikle annemde derin yaralar açarak gitti… Biliyorum oradan görüyorsun duyuyorsun ya beni anneannem sana layık, senin gibi iyi bir torunun olmaya çalışıyor seni özleyen bu çocuk…
Benim anneannem olduğu gibi İbo‘muzun da babannesindiydi. Dedemin adaşı küçük İbo’nun yani… Aramızda sadece 4 yaş olması, en çok vakit geçirdiğim kuzenim olmasında galiba en önemli etkendi. İkimizin de tek çocuk olması, onunla abi-kardeş ilişkisini getiriyordu. Birlikte çok vakit geçirdik, bağda, dağda, şehirde, denizde… Ben çocuk, o bebekken çok vakit geçirdik birlikte. İzmir’e taşınınca da her yaz gelirdi, bir hafta on gün tatilimizi birlikte yapardık. Gerçi çoğu zamanımızı ikimizin de çok sevdiği bilgisayar oyunlarıyla harcardık! Ben üniversiteye başladığımdan itibaren çok daha az görüşebilir olduk. En son ne zaman görüştüğümüzü hatırlamıyor iken, Ege Üniversitesi’nde girdiğim 2009 Kasım ALES’inden sonra sınava birlikte girdiğimiz Şerife’nin Zebercet’ini(meşhur mavi Uno!) alıp acilen Manisa’ya gitmek zorunda kalmıştım. O yolu nasıl gittiğimi de hatırlamıyorum. 18 yıllık bir hayat 1 günde solmuş, 1 hafta umut bağlatmıştı bize. Bir anda ne olduğunu anlayamadan elimizden kayıp gitti kardeşim. Ruhun şad olsun canım kardeşim…
Dedem, 35 plakalı turuncu Renault 12’si ile gezdirirdi hep ikimizi. Bazen bizi götürmez sadece kendi giderdi. “Dedeeee nereye gidiyorsun?” diye sorduğumuzda da hep “Amarıka’ya gidiyorum dede” derdi.
Küçükken gezdirmesi, oyuncak, yiyecek, içecek alması onu kahraman yapıyordu. O yaşlarda algı sadece bundan ibaretti çünkü. Daha sonra büyüdük, öğrendik. Dedemin yıllarca yaptığı köy muhtarlığı, çiftçilik ve ticaretten sonra ne kadar nüfuzlu biri olduğunu anladığımda, hayranlığım giderek artıyordu. Anneannemi kaybettikten sonra daha çok vakit geçirmeye başlamıştık. Haftasonları yanına gidiyorduk ve birçok hikayeyi bu zamanlarda dinledim. Hayatına dair birçok şeyi de bu sürede öğrendim. Bu sürede arkadaşlığa dönüştü ilişkimiz.
İlkokul’da çok zeki olduğu farkına varılıp 4. sınıftan sonra -nasıl bir sistem olduğunu hala anlamadıysam da- eğitimine üniversite seviyesinden devam etme fırsatı babası tarafından engellenmiş, ilkokulu bitirdikten sonra çiftçilik, çobanlık yaparak hayatına devam etmiş. 14 yaşında evlenip hayatın yükünü üzerine aldıktan sonra uzun süren askerlik macerası başlamış. Komutanlarına kendini sevdirip “kanka” olduktan sonra kıyak bir askerlik geçirmiş. Ardından köyüne dönüp, bağ, bahçeyle, hayvanlarla uğraşmış, köyün muhtarlığını yapmış. Yaptığı her şeyle insanların gönlünü kazanmış, kimseye “yamuk” yapmamış. İstanbul’a ürün satmaya gelmiş, geldiği bir vakitte “Barış Manço” ile karşılaşmış, ilk başta tanımamış “Kim ülen bu uzun saçlı, garip bıyıklı” demiş, sonradan öğrenmiş. Güney kıyılarına inmiş portakal ticareti için. İzmir’e gitmiş, İzmir Fuarı’na çocuklarını gezdirmeye götürmüş. Ticarette, kimi zaman kazık yemiş. Yıllar sonra ticareti oğullarına bırakmış. Yıllarca hobisi olan avcılıkla ilgilenmiş. Oradan da onlarca arkadaşı ve hikayesi olmuş. Hala vurduklarından doldurulmuş olan ördekler durur bir kenarlarda. En akıllı köpeklerini avcılık yaparken beslemiş. Hatırlarım, küçükken dünya akıllısı bir “Kont”umuz vardı dedemin bağında.
İşte böyle dolu dolu bir hayat…
Ben ilkokuldayken bana çarpım tablosunu sorardı, hemen cevap veremeyince de kızardı. Bir gün masada “3 kere 3 buçuk?” diye sorunca kalakalmıştım. Çünkü ezberci eğitimin çarpım tablosunda yoktu ve düşünüp işlemi kafadan yapmam gerekmişti! Bir süre geçip de “10 buçuk!” deyince “Hemen cevap vereceksin çok geç söyledin dede!” demişti. O gün benim çarpım tabloma bir satır daha eklenmişti.
Çok gazete okuyan biriydi. Her gece yatmadan önce, gündüz haberlerini okuduğu gazetenin geri kalan yazılarını okurdu. Haberleri takip eder, köşe yazılarının hepsini okurdu. Bu sayede gündemi takip eder, her zaman bir konu hakkında yorum yapabilirdi. Zaten çok zeki ve akıllı birisiydi, okumaya da meraklı ve istekli olması da onu memleketteki en kültürlü insanlardan biri yapıyordu. Herkesin danıştığı, danışabileceği bir çınardı.
Anneannemin 66 yıllık hayat arkadaşı, onsuz 6 sene daha yaşadı. Dile kolay 66 sene… Ülkede insanların ömürleri o kadar sürmezken, 66 senelik evlilik… Ondan sonra, hep kendi işini görebildi. Sadece şekeri dert oldu. Yetiştirdiği güzel üzümlerden doya doya yiyemedi, bize aldığı dondurmalardan sadece tadabildi, “üzüm suyu“ndan mahrum kaldı… Ama takdire şayan bir şekilde kendine baktı. Sigarayı bıraktı, alkolü bıraktı, ilaçlarını düzgün aldı. Arada kaçamaklar yaptığını farkettiğimizde ise annemle “papaz” oldu. Ama sonucu olarak insüline başlaması kendisi için zorluk yarattı. Hayatının sonuna kadar iğnelerle yaşaması gerekti.
Bir buçuk iki ay kadar önce Salihli’ye gittiğimde bağa birlikte gidelim diye çok ısrar etmiştim. Sıcak olduğu için gelmeyip biz döndüğümüzde pişman olduğunu görünce üzülmüştüm, kendi de üzülmüştü. Sonra hayatta kabul etmez dediğimiz İzmir’e gelmek konusunda kendisini mecbur hissetmişti ve gelmişti. Her şey güzel giderken birden hastanede olduğu haberini aldım. İki hafta kaldığı hastaneden eve çıktıktan birkaç gün sonra da bizi bıraktı… Birdenbire oldu her şey birdenbire…
Çok sevdim ben seni dedem. Şükürler olsun ki senin gibi bir dedenin torunu olarak yaşıyorum. Senin gibi birini de tanıdığım için çok mutluyum. Anneme kıyak geçip, okutabildiğin için de çok teşekkür ederim. Huzur içinde uyu… Amerika’ya da selam söyle dede, e mi?